Cumhuriyet, Demokrasi ve Özgürlük!
Nasıl ki her bitki her iklimde yetişemezse, demokrasinin oluşabilmesi ve yaşayabilmesinin de belirli koşulları vardır.
Sanayileşme, kentleşme, yoksulluktan kurtulma, belirli bir eğitim düzeyine ulaşma.
Çoğulcu, tek bir gücün egemen olmasına izin vermeyecek ölçüde güçlerin paylaşıldığı, gücün gücü dengelediği, örgütlü bir toplum. Yaygın ve etkili bir kitle iletişim ağı.
Bunlar bir anlamda demokrasinin nesnel koşullarıdır.
Ama bu koşulların büyük ölçüde var olması, demokrasinin de kendiliğinden var olacağı anlamına gelmez. Çünkü demokrasinin bir de öznel koşulu vardır: Demokratik kültür.
Hoşgörü ve uzlaşmaya dayalı olan demokratik kültür, ancak demokrasinin bir yaşam biçimine dönüşmesiyle ve uzun zamanda oluşur.
Hoşgörüsüzlüklerin, uzlaşmazlıkların yarattığı sıkıntılar çekilerek, bilincine varılarak, ağır ağır oluşur.
1920’lerin Anadolusunda, bu koşulların hemen hiçbirisinin bulunmadığını biliyoruz.
Yoksul ve eğitimsiz bir tarım toplumu.
Batı’da demokrasiyi yaratan iki temel sınıftan da yoksun. Ne gerçek anlamıyla bir burjuvazi ne de gerçek anlamıyla bir işçi sınıfı var…
Radyo yok. En büyük gazeteler, ancak 3-4 bin basabiliyor… Demokratik kültür değil, büyüğe itirazsız uyulan, tartışmaya yer vermeyen bir kültür, aile düzeyinde de egemen, toplum düzeyinde de.
Birkaç aydın dışında, özgürlük ve demokrasiyi ne bilen var, ne de isteyen.
Atatürk’e saldıranların “Kemalizm’de demokrasi yoktur” savını iyi değerlendirebilmek için, sadece 1920’lerin 1930’ların Anadolu’sunun koşullarını anımsamak yetmez. O dönemin Batı’sına, bugünkü demokratik ülkelerin o dönemdeki durumlarına da bakmak gerekir.
1930’larda, bugünkü anlamda katılımcı bir demokrasi, Avrupa’nın hiçbir yerinde yok. İtalya 1922, Portekiz 1927, Japonya 1930, Almanya 1933, İspanya 1938 yılında faşist bir yönetime geçmiş. Merkezi bir yönetim biçimi olan Fransa da giderek faşizme teslim olacaktır.
Ve ünlü sosyolog Max Weber bile, demokrasiyi şöyle tanımlıyor:
“Demokraside, halk güvendiği bir önder seçer.
Seçilen önder, ‘Şimdi sesinizi kesin ve bana itaat edin’ der.
Artık halk ve parti onun işine karışamazlar.” Almanya, İtalya ve Japonya gibi sanayileşmiş ülkelerin bile, demokrasiye kendi iç dinamikleri ile değil, savaş yenilgisiyle birlikte dayatılan koşullar nedeniyle geçtiklerini unutmamalıyız!
Unutmamalıyız ki Kemalizm’in erdemlerini ve demokrasi karşısındaki tavrını daha iyi anlayabilelim!
Demokrasinin ne “nesnel” ne de “öznel” koşullarının bulunduğu bir toplumda; demokrasinin gerileyip faşizmin yükseldiği bir dünyada; acaba Mustafa Kemal ne düşünüyordu? Toplumunu nasıl bir yönetim biçimine hazırlamak istiyordu?
Atatürk için, Kemalizmin Cumhuriyetçilik ilkesi ile demokrasi eş anlamlı idi:
“Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk, on yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır. Milli egemenlik esasına dayalı memleketlerde siyasi partilerin var olması tabiidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nde de birbirini denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur.” Atatürk için, Demokrasi her şeyden önce bir Özgürlük sorunu idi:
“İrade ve egemenlik milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi sosyal yardım veya iktisadi teşkilat sistemi değildir.
Demokrasi maddi refah meselesi de değildir.
Böyle bir görüş vatandaşların siyasi hürriyet ihtiyaçlarını uyutmayı amaçlar. Bir ulusu oluşturan bireylerin o ulus içinde, her çeşit özgürlüğü, yaşamak özgürlüğü, çalışmak özgürlüğü, düşünce ve vicdan özgürlüğü güven altında bulunmalıdır.” Atatürk Özgürlük düşüncesini topluma yaymak için büyük çaba gösterdi.
Hem de bunu, özgürlük ve demokrasinin yükselme döneminde değil özgürlük ve demokrasinin kötü ve zararlı olduğu düşüncesinin Avrupa’ya büyük ölçüde egemen olduğu bir dönemde yaptı. Kendi el yazısı ile kaleme aldığı Medeni Bilgiler kitabı, halka özgürlük ve demokrasiyi öğretmek için hazırlanmış bir el kitabı gibiydi. Daha sonra okullarda ders kitabı olarak okutuldu.
(Yurttaşlık Bilgisi) Örneğin bu kitapta -demokrasinin temel öğelerinden olan- Kamuoyu şöyle anlatılıyordu:
“Ulusal egemenlik temeline dayalı temsili bir hükümette kamuoyu büyük rol oynar. Basın yayın ve toplantı özgürlükleri olmadan ve kamuya ilişkin işler hakkında geniş bir eleştiri ortamı bırakılmadan kamuoyu görevini yerine getiremez. Ulusal egemenlik ve temsili hükümet düşüncesinin yayılması ve yükselmesi ancak kamuoyunun etkinliği ile olabilir.”
Kitaptaki Basın özgürlüğü ile ilgili düşünceleri, Atatürk’ün ne ölçüde içten bir özgürlükçü olduğunun da kanıtıydı:
“Basın yayın özgürlüğünden ortaya çıkabilecek olumsuzlukları ortadan kaldıracak etkin yol, kesinlikle geçmişte olduğu gibi basın yayın özgürlüğünü kısıtlama yolu değildir.
Basın yayın özgürlüğünden doğacak sakıncaların ortadan kaldırılması yolu, yine doğrudan basın yayın özgürlüğüdür.”
Özgürlük ve demokrasinin ne olduğunu bilmeyen ve dolayısıyla böyle bir istemi bulunmayan bir halka, özgürlük ve demokrasiyi öğretmek için büyük çaba sarf eden bir “diktatör” olabilir mi?
Ahmet Taner Kışlalı