Bu güzel yazı, arkadaşımız dostumuz Nafiz Pekel’den geldi.
Kendisine teşekkür ediyoruz. MT
ZEYTİNİN TERİ
Arabamız su kaynatmasa durmayacaktık, o sıcak yaz günü Balıkesir’in
Savaştepe ilçesinde. Yola çıkmadan önce arabaya bakım yaptırmış, hararet
sorunu olduğunu söylememe rağmen arıza bulamamışlardı. Dağda su
kaynattıktan sonra motorun soğumasını bekleyip ancak Savaştepe’ye
kadar gidebilmiştik.
Birlikte yolculuk ettiğim eşim ve kızımın da canı sıkkındı. Günlerden
pazardı ve her yer tatildi. Sanayi sitesinde arabaya baktıracak
birilerini aradık, bulamadık. Can sıkıntısı ve çaresizlik içinde
söylenirken tamirci aradığımızı duyan birileri aracılığıyla tanıştık;Hüseyin amcayla.
Elinde küçük bir alet çantası vardı. Yardımcı olmak istediğini
söyledi.
Motora yaklaştı, sesini dinledi. Kontağı kapatıp tekrar açtı. Hiçbir yere
dokunmadan uzun uzun motoru ve çalışmasını izledi. “motorun soğutma sisteminde sorun görmediğinden” söz etti.
Bir süre daha bakındı.
Sonra”buldum galiba” diye haykırdı.
“Her şey normal görünüyor ve su kaynatıyor ise araba su eksiltiyor demektir.
Muhtemelen kalorifer peteği delinmiş, su kaçırıyordur. O takdirde döşemelerin ıslak olmalı” dedi.
Gerçekten de onca uzmanın çalıştığı servisin bulamadığı
sorunu görmüştü.
Arabanın kalorifer sistemi su kaçırıyor eksilen soğutma suyu yüzünden araba hararet yapıyordu.
Kalorifer sistemini devre dışı bırakıp geçici
bile olsa su kaçağını önleyip sorunu çözdü, Hüseyin amca.
Teşekkür edip borcumu sordum. Arabanın camındaki tıp armasını gösterdi;
– Doktor musun?
– Evet.
– Bizim hanımın yıllardır geçmeyen ağrıları var. Gelip bakarsan
ödeşiriz. Ben de hanıma doktor götürmüş, gönlünü almış olurum. Hem de çayımızı içer soluklanırsınız.
Hep beraber, Hüseyin amcanın evine gittik. Tek katlı bahçeli şirin bir evdi.
Hanımının şikayetlerini dinleyip, muayene ettim. Çoğu yaşlılığa ve
menopoza bağlı yakınmaları için tavsiyelerde bulunup iki de ilaç yazdım.
Kadıncağızın yüzü güldü. Teşekkür etti. Çay hazırlamak için izin istedi.
Bu arada ilkokul çağındaki kızım boş durmuyor odaları karıştırıyordu. Birşey kırıp dökmesin diye yanına gittiğimde
evin bir odasının duvarlarının kitapla dolu olduğunu gördüm.
Şaşkınlığım daha da artmıştı.
Muhabbet ilerleyince, tamirci sandığım Hüseyin amcanın gerçekte emekli
ilkokul öğretmeni olduğunu 39 yıl devlet hizmetinde Ege’nin köylerinde çalışıp emekli olduktan sonra Savaştepe’ye
yerleştiğini anlattı.
Çocuklarının okuyup büyük şehre gittiğini burada hanımıyla baş başa yaşadığından dem vurdu.
– Neden buraya yerleştin?
– Ben okumayı, yazmayı, hayatı burada öğrendim. Sizler bilmezsiniz, unutuldu gitti.
Ben Savaştepe köy enstitüsünün ilk mezunlarındanım. Hasan
Ali Yücel maarif vekili iken ilk köy enstitüsü burada açıldı. Burada öğrendim ben hayatı,
bir şeyler öğretmenin nasıl mutluluk verdiğini.
Ayrılamadım buralardan.
– Peki bu tamircilik işi nereden çıktı?
– Dedim ya, bilmezsiniz sizler, köy enstitüsü mezunu olmanın ne demek olduğunu?
O zamanın okulları sanırsınız. Halbuki orada bu toprağın
çocuklarına okuma yazmanın yanı sıra çiftçiliği, hayvancılığı, inşaat yapmayı, yemek yapmayı, bozulanları tamir etmeyi,
örgü örmeyi hatta az buçuk hekimlik yapmayı bile öğrettiler.
Hayatı öğrendik ve öğretmen olup hayatı öğrettik çocuklara.
– Yani elinizden çok iş geliyor.
– Köy enstitülerinde bilmeyi, öğrenmeyi, düşünmeyi soru sormayı,aklını kullanmayı öğretiyorlardı.
Zaten bu yüzden yaşatmadılar ya…
Bu arada çaylar geldi. Çayın yanında ekmek peynir ve zeytinden oluşan
kahvaltı da hazırlamıştı Hüseyin amcanın hanımı. Emekli olduktan sonra
zeytinciliğe başladığını sofradaki zeytinin de kendi ürünleri olduğundan
söz etti.
– Zeytinin hikmetini bilir misin? Meyveleri ile karnımızı doyurmuş, yağını çıkarmışız.
Kandillerde yakıp aydınlanmışız, odunu ile ısınmışız.
Giderek ona benzemişiz.
– Nasıl yani?
– İnsan da doğanın meyvesi değil mi?
Sofradaki zeytin çanağından aldığı zeytini ışığa doğru tutup;
– Doğup büyüdüğünde zeytin tanesi gibi acı, yeşil bir meyve insan.
Çoğunu sıkıp yağını çıkarıp posasını da sabun yapıyoruz. Yani heba olup
gidiyor. Bir kısmını sofralık ayırıyor selede tuza yatırıp acı suyunu
atmasını buruşup bu hale gelmesini sağlıyoruz. Veya salamura yapıp
olduğundan daha şişkin gösterişli hale getiriyoruz. İnsanlara da
böyle yapmıyor muyuz? Okullarda okutup okutup hayata hazırladığımızı sanıyor ya şişiriyor ya da buruşturup
atıyoruz insanları.
“Sizin köy enstitülerinde yaptığınız da böyle bir şey değil miydi” diye soracak oldum. Hanımına baktı gülüştüler.
– Hurma zeytini bilir misin?
– Bilmem. Hiç duymadım.
– Egenin bazı yerlerinde olur. Ağaç aynı ağaçtır ama her yıl kasım ayı sonu gibi denizden karaya esen rüzgar ile zeytin
ağaçlarına bir mantar bulaşır. Bu mantar zeytinin terini giderir, acısını dalında alır.
Dalında olgunlaşır zeytinler. Toplandığında yemeğe hazırdır
anlayacağın.
– Eeee.
– Köy enstitüleri de böyleydi. Dalında olgunlaşan zeytinler gibi
insanları oldukları yerde yetiştirmeye, onların bilgilerini de diğer
insanlara bulaştırmayı amaçlamıştı. Doğup büyüdüğü ortamda
olgunlaştırıyorlardı, insanı. Hayata hazırlıyorlardı .Sustuğumu görünce. Hanımından boşalan bardakları doldurmasını rica etti.
“işte bu yüzden, öğrendiklerimin zekatını vermek, zeytinin terini
hatırlatmak için buradayım, doktorcuğum, unutulsun istemiyorum” dedi.
Kitaplığından çıkardığı iki kitabı kızıma hediye etti. Vedalaştık.
Arkamızdan bir tas su döküp, uğurladılar.
Dr. Mehmet Uhri
Not: Bu yazı, emekli öğretmen Hüseyin Kocakülah ve köy enstitülerine emek verenlerin anısına ithaf olunmuştur.